22 Ocak 2018 Pazartesi

Kalem Agency, BABİL COM, "Burhan Sönmez & İstanbul İstanbul" Mojgan Dolatabadi'nin gazetede İstanbul İstanbul ile ilgili yayınlanan yazısını da atlamayalım...

Merhabalar,
Ben Kalem Ajans'ın pek yeni stajyeri Selin. Güzel kitaplarla dolu bu ofiste 3 aydan sonra sizlere bu bülteni hazırlıyorum. Yazarımız Burhan Sönmez'in ilk okuduğum kitabı İstanbul İstanbul'du. Ne kadar etkilendiğimi dün gibi hatırlıyorum. Kitapları 30'dan fazla dile çevrildi. Şimdi ise yazarımızla İstanbul İstanbul hakkında İran'ın önemli gazetelerinden birinde 
Partoo MehdiFar tarafından hazırlanan söyleşiyi Mojgan Dolatabadi çevirisiyle aşağıda sizlerle paylaşmak istedim. Ayrıca çevirisi Yunus Emre Çeviri Ödülü'ne layık görüldü, göz atmayı unutmayın! :) 
“Bir çocuk karanlığa kalmış ve dar sokaklarda yönünü şaşırmışsa orası İstanbul’dur. Eski sevgilisini bulmak için maceraya atılan gencin, siyah tilki kürkünün peşine düşen avcının, fırtınada sürüklenen geminin, dünyayı bir elmas gibi avucuna almak isteyen prensin, boyun eğmemeye yeminli son isyancının, şarkıcılık hayaliyle evden kaçan kızın, para babalarının, hırsızların ve şairlerin vardığı kent İstanbul’dur. Her hikâye burayı anlatır.”


Yerin üç kat altında, küçücük bir hücrede kalan dört adamın hikâyesi bu. İşkence altında günler geçerken, en azından psikolojik baskıyı azaltmak için birbirlerine İstanbullu hikâyeler anlatıyorlar. Onlar için sadece geçmiş ve gelecek var, şimdiki zamanı unutmak, en azından akıllarını yitirmemek için birbirlerine ve İstanbul'a sığınıyorlar. İstanbul İstanbul politik gibi gözükse de bize sevgiyi anlatıyor.
Çevrildiği diller;

Fransızca, İngilizce, Almanca, Arnavutça, Ermenice, Azerice, Arapça, Bulgarca, Katalanca, Çince, Hırvatça, Çekçe, Danca, Hollandaca, Etiyopyaca, Gürcüce, Yunanca, İbranice, Malayalamca, Maratice, İtalyanca, Moğolca, Norveççe, Farsça, Lehçe, Romence, Sırpça, İspanyolca, Ukraynaca
Arman Gazetesi - Edebiyat sayfası
Hazırlayan: Partoo MehdiFar


Sayın Burhan Sönmez,

 
-İzin verirseniz söyleyişime romanın adıyla başlamak istiyorum, aslında ‘’İstanbul İstanbul‘’ bir nevi düaliteyi akıllara getiriyor. Şehrin doğusu- batısı içinde yer alan bir çeşit ikilik. Ancak hikâyenin başlangıcından az ilerleyince okur bunun bir türlü ön bilgi ve daha doğrusu yine başka bir şekilde tarih ve coğrafya elemanları dışında ikilemeyi göstermek için kullanıldığını fark eder.

İstanbul’a tarih boyunca hep iki yönden bakılmış. Doğudan bakanlar ondaki Batı’yı, batıdan bakanlar ise ondaki Doğu’yu görmüşler. İstanbul, bu iki bakışı kendi üzerinde çoğunlukla hissetti ve benimsedi. İçeriden bir bakış değildi bu. Ben romanda İstanbul’u merkez alırken, farklı yönlere yoğunlaşmamak ve dikkatimizi bu somut merkeze vermek için, romanın kahramanlarını yerin üç kat altındaki bir hücreye yerleştirdim. Çünkü yeraltında yön yoktur. Ne doğu ne batı vardır. Oradaki tek yön, yukarı doğrudur. Yer üstündeki gerçek İstanbul’a doğru. Böylece kente bakışı, doğu veya batıdan değil, kentin kendi merkezinden vermeye çalıştım.

-Öykünün akışında defalarca paradoksal elemanlarla karşılaşıyoruz.  Ancak bu paradokslar arasında bir çekişme (conflict) yok ve aksine aynı boyut ve seviyede bulunmaktalar; Sanki biri diğerinin tecellisidir. Sizin kanaatinizde bu çelişki evrenin cevherinden mi yoksa insanın düşüncelerinden mi kaynaklanıyor?

İnsan, evrenin çelişkili bir cevheridir. Hayatımızdaki bütün çatışmalar ve tezatlıklar, hem insan olmamızdan, hem de içine doğduğumuz evrenden kaynaklanır. Çoğu zaman bu tezatlıklardan kurtulmaya çalışırız, ama bunlar olmadan insanın da insan olamayacağını unuturuz.

-Hikâyenin tek konumu (lokasyonu) yeraltındaki bir hapishanenin hücresinden ibarettir. Zamanı içine hapsetmiş, geçmiş ve geleceği anlamsız kılan kapkaranlık bir hücre. Karakterler sonsuz bir ‘’Şimdiki zamanın’’ içinde ve coğrafyanın sıfır noktasında hayal kuruyorlar, acılarına yenebilmek için. Bu ‘’Acının’’ varoluşu nerden kaynaklanıyor?

Acı, insanın ölüm ile hayat arasında kaldığı zorunlu mekandan kaynaklanır. Doğmak insanın elinde değil, kendimizi bu dünyanın içinde buluruz. Ölmek de elimizde değil, istemesek de sonumuz ölüme doğrudur. Bu gerçeklik insana ya dinmez bir sızı verir, ya da o sızıyı maskeleyen sürekli bir neşe. Din ve ideolojiler o sızılı yana hitap eder, sanat ise neşeye. Sanatın neşesi diyebileceğimiz bu yan, eğlenceyle karıştırılmamalı. Hayatla ilgili sorulara ve insana güvene sahip bir neşedir bu.

-Hikayede anlatıcıların zihni ile gerçekçi dünyaların karışımı bizim için gerçek ve hayalin sınırları ötesinde bir imaj yaratıyorlar. Her bir masal gerçeğin bir parçası olabilir aynı zamanda tam tersi de geçerli. ‘’Kesinsizliğin’’ (uncertainty) ağır gölgesi gibi. Sanki insan ve çevresindeki tüm fenomenler bir vehimden başka bir şey değiller. Paralel dünyadan bir ‘’Holografik’’ betimleme. 

Demin söylediğim gibi, bu hayatta, doğumdan sonra kesin olan tek şey ölümdür. Bunun yarattığı geçicilik duygusu, her yanda belirsizliğe işaret eder. Bunu reddeden kesinlik iddiaları vardır, ama onlar da bu dünyaya değil öbür dünyaya dairdir. Bu tür kesinlik iddialarına rağmen, dünyamızdaki çelişki ve kaygılar çağlardır aynı biçimde sürer. Varlığın esası budur: Sürekli hareket ve değişim içinde geçen zaman. Zaman, kesinsizliğin diğer adıdır.

-Kitabın önsözünde ‘’Hayyam’’dan söz ettiniz. Yenilikçi düşünceler ve felsefi endişeleri olan, düşünceleri diğer kültürlerde bile yayılan, İranlı düşünür, bilim adamı ve şair. Hayyam şiirlerini İngilizceye çeviren Edward Fitzgerald, İngiltere’de Victoria dönemindeki toplumun düşünce ve sorularından dolayı ihtiyacı hissedildiği zamanda gerçekleşmiştir. Dönemin evren hakkında katı ve mutlak inançları soruşturmak için. Temel (fundametal) kuşkular ve medeniyetin çok ötesindeki var olan dünyayı tanıtmakla sanki fenomenlerin gizli kalmış bir yönünü batı insanın gözlerinin önünde serpiyor. 

Genelde bütün metinler böyle değil midir? Sosyal ve kültürel açıdan ihtiyaç duyulan zamanlarda geniş etki yaratırlar. Ama o zamanın ötesine geçip her dönem başvurulan bir klasik olmaları ise onların sanatsal güçleriyle ilgilidir. Hayyam bu açıdan bir klasik sanat gerçeği olarak her yerdedir. Toplumların gelişimi eşzamanlı olmaz. Batı’daki bir gelişme, aradığı bir metni Doğu’nun bin yıllık geçmişinde bulabilir. Ve tersi biçimde, Doğu’daki bir gelişme kendisini Batı’nın bin yıllık edebi kaynaklarıyla ifade edilebilir. Sanatın ve kültürlerin evrenselliği söz konusudur, evrensellik zamanı aşarak gerçekleşir.

-Gerçi ‘’De Camargo’’nun İspanyolca ve Fransızca uyarlamaları, Andre Gide ve Jean Lahor gibi büyük yazarların ilhamları Hayyam’ın dünya çapında tanınması ve ün kazanması için katkı sağladı. Ancak onun düşünce ve fikirleri (hele İran’da) hep tartışıma ve münakaşa yaratmıştır. Kimileri onun arif bir düşünür kimileri ise inancı olmayan materyalist bir şair görür. Sizce o nasıl biri, sorgulayan muhalif biri mi yoksa münkir ve aciz biri mi? 

Onu hem çağında hem günümüzde canlı kılan, genel konsensusun ve kabullerin dışına çıkma gücüydü. Burada “güç” kelimesiyle, cesareti değil sanatsal yeteneği kastediyorum. Hakim düşünce ve kültür her zaman doğru olmaz. Hatta, çoğu zaman doğru olmaz diyebiliriz. Sanatçılar bunu gösteren ilk sestir. Filozoflar gibi. Hayyam benim için arifliğin içinde materyalizmi kuran, aynı zamanda materyalizme arifane bir nefes veren şairdir.

-Kamo’nun karakteri belki romanın en çekici anlatıcısıdır. Öykünün anlamını aktarma yükü sanki en çok onun sırtında duruyor. Kamo çok şeffaf bir algıya ve aynı zamanda çok derin bir karamsarlığa sahip biridir. Onun hayat felsefesi Hayyam ve Nietzsche’nin düşüncelerini akla getiriyor. Acaba siz kendiniz bir ara Kamo’yu yaşamadınız mı? 


Yazarın bir adım atıp romanın içine girmeye çalışması, romanın ruhunu bozar diye hissederim. Buna rağmen bu konuda kendimi tutamayıp bu tür sorulara gereğinden fazla ayrıntılarla cevaplar verdiğim olur. Bu sefer, romanın sınırlarını ihmal etmemeye çalışarak şöyle diyeyim: Hayatında bir ara Kamo’yu yaşamamış kimse var mı? Eğer varsa, onların hayat hakkındaki bilgilerinin yeterliliğinden şüphe etmemiz gerekmez mi?

-İranlılar ile Türklerin arasındaki kültürel ortaklıklar o kadar fazla ve geçmişe dayanıyor ki hatta izine milli masallarda ve mitolojilerde bile rastlanabiliriz. Ancak İranlılar Türkiye’nin çağdaş yazarlarına da pek yabancı sayılmazlar. Yaşar Kemal, Aziz Nesin ve Nazım Hikmet’in kitapları yıllardan beri çevrilmiş ve okunuyor. Son yıllarda Orhan Pamuk ve Elif Şafak eserleri çevrilmiş ve büyük bir beğeni kazanmışlar. Türkiye okurları ne derecede İran’ın çağdaş edebiyatını tanıyor ve takip ediyorlar?
İran edebiyatının klasikleri tabii ki Türkiye’de biliniyor. Hafız’dan Sadi’ye, Hayyam’dan Firdevsi’ye kadar geniş yelpazede bir İran edebiyatının gölgesi her zaman bizim topraklarımızda var oldu. Bunun yanı sıra çağdaş isimler de edebiyat gündemimize giriyor. Ahmed Şamlu’dan Sohrab Sepehri’ye ve Furuğ Ferruhzad’a kadar uzanan şairleri, Sadık Hidayet’ten Bozorg Alevi’ye ve Ali Muhammed Afgani’ye giden yirmici yüzyıl romancılarını anabiliriz bunların arasında. Mesela ben en son İran’ın yeni dönem yazarlarından Mahsa Mohebali’nin öykü kitabını okudum.

-Osmanlı İmparatorluğu’nun yok oluşu ve ardından laik bir Cumhuriyet sisteminin doğuşunu değerlendirirken yazarların bu kültürel değişimin içinde rolü neydi? Acaba bu değişim iki yönlü ve karma bir değişime ( batılı doğulu) doğru mu hareket ediyordu, yoksa eskinin ve geçmişin mirasına tamamen sırt dönüp, unutma yolunu mu seçmişler?
Bu soru, bizim son yüzyıllık tartışmalarımızdan biridir. Öncelikle bir noktayı ifade etmek gerekir sanırım. Osmanlı İmparatorluğu yıkılmadan önceki yüz yıl boyunca zaten çözülmüş, çökmüştü. O dönemde İmparatorluğun içinde edebiyatçıların ve aydınların elli yılı bulan mücadeleleri yaşandı. Sonradan Cumhuriyet kurulduğunda, onun fikri ve toplumsal temelleri kısmen eski İmparatorluğun içinde mevcuttu. Bu açıdan, her yıkım aynı zamanda bir geçiş sürecidir. Ve onun üzerine de kopuş süreci gerçekleşir. Batı’ya yüzünü dönenen yazarlar ondan edebi açıdan çok şey kazandılar ve bunu değerlendirdiler. O ilk kuşaklar Doğu edebiyatını iyi biliyor, Batı’nın edebiyatıyla buna yeni bir yön vermeye çalışıyorlardı. Kimi fazla uç sınırlara doğru gitti, kimi ise daha merkezde kaldı. Ama hepsini bir arada değerlendirdiğimizde, üretken bir yirminci yüzyıl edebiyatımız olduğunu söyleyebilirim. Bugün biz de o mirastan besleniyor ve kendimize yeni rotalar belirlemeye çalışıyoruz.

-Aslında modern dünya unutmaya meyillidir. Nedeni ise geçmiş karalanmazsa eğer modernizmin vadettiği parlak gelecek solgun durur. Acaba modernizm her zaman tarihe ve kültüre ihanet mi eder? Bunun doğrultusunda siz insanların geleceğine umutla mı bakıyorsunuz? 
Modernizm, bir tür tarih okumasıdır. Kendisine fazla hayrandır modernizm, bu yüzden gözü hep kendi içine bakar ve tarihe fazla yüz vermez. Bunun tersi yerde duran muhafazakar okumalar ise bugünü ihmal eder ve geleceği geçmişin içine hapseder. Modernizm biraz da buna tepkidir. Ama her tepki gibi aşırılığa kaçar. İnsanlığın geleceğine umutla veya umutsuzlukla bakmıyorum. Yalnızca, geleceğin içinde umuda da yer olduğunu görebiliyorum. Ama umut kazanacak mı? Bu tümüyle insanlara bağlı. Bu yüzden çabalamamız gerek. Yani geleceğe dair umut, insanın kendisine bağlıdır. Ben de insanların içindeki bu ihtimale inanıyorum. Belki ileride başarısız olup yenilecekse de bu ihtimalin peşinden gidiyorum.

-Türkiye darbelerin ülkesidir; son yarım asırda beş darbeye şahit oldu. Siyaset ve toplumun sosyal hayatındaki bu karasızlığın edebiyat ve yazarlara etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye gibi bir ülkede, hep siyasetten kaçmaya çalışırsınız, ama mümkün olmaz, çünkü siyaset gelip size yapışır. Eski kuşaklar şöyle derlermiş: Hapse girmemişsen, yazar olamazsın. Şimdi yeni kuşaklar da aynı deyişi sahiplenir oldu artık. Maalesef ülkemizin bu politik kaderi, bir yandan enerjimizi çekip emiyor, ama diğer yandan yazarlara farklı bir enerji ve inat da veriyor. Bu boğucu atmosferde, politik konulara değinsek bile, sanatımızın politikanın karanlık gölgesi altında kararmasını istemeyiz. Edebiyatımıza bu özenle sahip çıkmaya çalışıyoruz.

-Türkiye de eleştirmen yazarların can güvenliği tehlikede, hatta bazılarının özel korumalara gerek duydukları biliniyor. Siyaset, Hapis ve Sürgün onların hayatlarının kaçınılmaz bir bölümünü teşkil etmektir. Bu şartlar altında edebi hayatlarını sürdürebilmek için neler gerekiyor?
Birkaç seçenek var: Susmak, Hapse girmek, Sürgüne gitmek. Yazarlar bu seçeneklerin cenderesinde yaşam mücadelesi verirken, hem eserlerini üretmeye, hem de itibarlarını korumaya çalışırlar. Demin, İran’da tanınan Türk yazarlarından söz ettiniz, bazı isimler verdiniz. O isimlerin hepsi devletin mağduru olmuş. Maalesef bu bir tesadüf değil bizim ülkemizde.

-Yazarlıkta daha çok zihninize mi yoksa tecrübelerinize dayanıyorsunuz?
Tecrübenin yanıltıcı olduğunu düşünüyorum. O yüzden tecrübeyi, zihnimizin ve hayalimizin içine atmak gerek. Zihnimiz tecrübeyi dönüştürür, ve kendisi en iyi örnekleri yeniden üretir. Sanatın bu yanını seviyorum.

-Türkiye de siyasi, ırk tabuları halen revaçta olduğu biliniyor.  Avrupa birliğine girmeye hedefleyen bir ülkede fikir ve düşünce kısıtlaması ve sansür uygulanmakta. Toplumun sosyal hayatı bir yazarın düşünce tarzına uymadığı zamanlarda edebi ya da sanat eserlerine varoluşunu daha doğrusu yaratıcılık duygusunu ne tür etkiler?
Yazarlar baskı koşullarında kendilerine yeni sesler bularak, kapalı kapıları aşmaya çalışırlar. Her şeyin açıkça söylenmediği yerde, farklı edebi türler öne çıkabiliyor. Bilim-kurgu romanları, distopya romanları, fantastik romanlar ve tarihi romanlar gibi farklı türlere başvuran yazarlar, orada çoğu zaman bugünün sorunlarını işler, onları farklı biçimlerde ele alırlar. Sınırı geçmenin yollarını böyle bulurlar.

-Türkiye edebiyatı üçüncü millenniumun başlangıcında dünyanın en önemli ve prestijli edebi ödülü, Nobel ödülüne layık görüldü. Bir ülkenin edebiyatının dünyaca tanımlaması için gereken kriterler nelerdir? Bir edebi eserin doğru değerlendirilmesi (milli ya da uluslararası ödüller) için hangi ölçütlere önem verilmeli?   
Burada ölçüleri kesin biçimde ifade edemeyiz. Çünkü bunlar tanımlanabilir olmaktan uzaktır. Yazarın anlattığı birey ve dünya, anlatırken kurduğu dil, eserini özgün kılan tat... buna benzer pek çok unsur bir metnin edebi niteliğinde etkili olur. Ama her eserde hepsinin olması da gerekmez. Bazen tek bir unsurun çarpıcı başarısı, o eseri ölümsüz kılabilir. Bir ülkenin edebiyatı, o ülkenin genel durumundan öte, yazarların bireysel yaratıcılığıyla öne çıkabilir. Mesela İran edebiyatı güçlü bir geleneğe sahip, ama bugün aynı güçte edebi eserler veren yazarlar olmazsa, o edebiyatın ulusal canlılığından söz edemeyiz. Bu yüzden, bireysel üretimi teşvik etmek, bunu desteklemek ve özgürlükleri çoğaltmak önemli. Yeni kuşak yazarlara ve yeni kuşak okurlara her tür edebi olanağı sağlamak ve önlerini açmak gerekir.


Ve son olarak sizi en yakın zamanda İran da görmekten memnuniyet duyarız.  İstanbul İstanbul okurları sizinle İran’ da buluşmayı beklediğinden eminiz. 
Sevgiler


Armane Emroz günlük gazetesi /  Ana Sayfa:
http://www.armandaily.ir/fa

Röportajın orijinali: http://www.armandaily.ir/fa/pdf/main/1657/7


Mojgan Dolatabadi'nin gazetede İstanbul İstanbul ile ilgili yayınlanan yazısını da atlamayalım...


‘’İstanbul İstanbul’’ Anlatımcı (Masalcı) İnsanların Rivayeti

Türkiye’nin Haymana şehrinde Kürt bir aile de dünyaya gelen Burhan Sönmez’in seçkin eseri ‘’İstanbul İstanbul‘’ Türk edebiyatının İran’da pek tanınmayan Türkiye yazarlardan seçtiğim eserlerin birinci kitabıdır. Eserleri seçerken edebi değeriyle birlikte telif hakkının alımına ve eseri yaratan şahsa saygı duymak benim için çok büyük bir önem taşımaktadır. Tabii İran’da maalesef yayıncılar atmosferine hakim olan şartlardan dolayı paralel çevirilerin çıkması için uygun bir ortam oluşturduğu için böyle bir işe kalkışmak hiç kolay olmadı. Shourafarin Yayınevi'nin yenilikçi ve seçici yönetimi yayıncıları ikna etmek için mütedavil pazarlıklar dışında bu teklife kucak açtı.
Ve ‘’İstanbul İstanbul’’ hikâyesine;
Birbirinden farklı dünya görüşleriyle ancak ortak bir sebepten dolayı İstanbul şehrinin altındaki karanlık bir hücrede tutsak olan beş insanın hikâyesidir. Dört erkek ve bir kadın. Suskun bir kadın işaretlerle diğer dört mahkumla iletişim kuruyor.’’Zine Sevda’’ karakteri İstanbul’u anımsatıyor, güzel fakat yıpranmış İstanbul gibi sessizce sana yaklaşıyor. Duygularını, isteklerini ve uyarmak istediği her şeyi işaretlerle beyan eder; sevgisi, kızgınlığı ve teşekkürünü bile.

Tutsakta olan bu beş insan iki metre karelik bir halı boyutundaki iki hücrede benzer hücreleri olan bir koğuşta, yakın geleceğin dehşeti içinde korkutucu bir karanlıkta ten ve ruh acılarına dayanarak yan yana duruyorlar. Onlar yaşamakta oldukları sorunları hafifletmek ve zor şartlara dayanabilmek için masal anlatmaya sığınıyorlar, bu vesileyle özel hayatlarının sırlarını söylemekten kaçınmış olmalarının yanı sıra iki sorgulama nöbetin arasındaki zamana tahammül edebiliyorlar.

Masal anlatımına ve masalları yaratan insana yeni bir bakış açısı. Bin bir gece masallarındaki Şehrazat’a daha önce tanık olmuştuk, yalnız ve ürkmüş insanın tevahhuş edici zamanla karşı karşıya geldiğinde masal anlatmaya sığınıyor.

Yazar hikâyenin içinde bu öykünün zıt çift niteliğini taşıyan Decameron’dan söz etmiştir. Decameron insanları hastalığa yakalanma ve ölüm korkusundan veba salgınına uğramış şehri terk eder ve şehrin dışındaki yüksek yaylalara sığınır, mevcut şartlara dayanabilmek, zamanın yıkıcı ve ezici geçişine karşı birbirlerine masallar anlatırlar, ancak Burhan Sönmez’in İstanbul’unda esir kalmış ve işkenceye mahkum bedensel ve ruhsal baskı altında olan insanlar hem kendileri hem de hücre arkadaşlarının acılarını azaltmak için hayalin atına biniyor ve hücrenin beton duvarlarını aşıyorlar, öyle ki bazen hayal ve gerçek arasındaki sınır çizgisinin ayırımı kendileri için bile zor oluyor.

Zamanın elinde esir olan anlatıcıların anlattıkları bazen monolog biçiminde gerçekleşiyor ve gizli sırlarını okur için açıklarken bazen ironik hikayelerle vahim olan durumu yumuşatıyor. Aşk ve ayrılıktan söz eden hikayeler her ne kadar yeryüzünde yaşananlardan farklıysa bile orada yeraltında, işkence ve ruhsal çöküşün ortasında onlar için dayanaklı ve ümit verici bir destek olmakla beraber bir panzehir gibi yakalandıkları zehirli ortama karşı işliyor, güçlendiriyor ve bir kez daha hayal kurmanın ve masal anlatımının muazzam gücünü okura hatırlatıyor.

Bu kitapta şunu görmekteyiz ki beyaz ile siyah, hayır ve şer, hatta insanların fıratını bile davranışları değil de gözlemcinin perspektifi belirleyip beyan eder.

Son söz olarak ‘’İstanbul İstanbul’’ yazarının okuruna sunduğu Asya ve Avrupa topraklarının köküyle, doğu ile batı kültürünün etkisiyle, hüzünlü yüzüyle yeraltındaki hücrelerinde gizli ve yeryüzündeki baştan çıkarıcı güzelliğiyle olan İstanbul, onu tümüyle örtmüş koyu sisin ötesinde, hem yaşamı hem ölümü barındıran yer.
Ve var olana tahammül edebilmek için hayaller kuran biz, keşke öyle olsaymış hayalleriyle...
Burhan Sönmez, acının ve her şeye rağmen umudun yörüngesinde dönen bir kenti, büyük bir romanla yeniden yaratıyor. İstanbul İstanbul... demir kapının paslı sesi... “acıda herkes yalnızdır, sen de çözüleceksin...”
Kitabı satın almak için aşağıdaki logoya tıklayınız.
Kalem Agency
Asmalımescit Sehbender Sok. 18/6 Beyoglu 
Istanbul 34430 Turkey
e-mail:  rights3@kalemagency.com
gsm:  +90 532067 1836
office: +90 212 245 44 06 | fax: +90 212 245 44 19
www.kalemagency.com | www.itef.com.tr | twitter@KalemAgency
instagram.com/kalemagency

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder